20. yüzyılın en tartışmalı teorik alanlarından biri olan psikanaliz, Freud’un ilk çalışmalarından bu yana sürekli olarak eleştirilmiş ve bilimsel statüsü sorgulanmıştır. Psikanalizin bir bilim olup olmadığı ve bilim olarak nasıl temellendirilebileceği soruları, epistemolojik düzlemde sürekli tartışma konusu olmuştur. Ancak, psikanalizin bilinç ve bilinçdışına dair açıklamaları, felsefi ve özellikle bilgi üzerine yapılan tartışmaların yönünü değiştirmiştir. Yine de, psikanalizin statüsü tartışılmaya devam etmiş ve Freud’un ardılları, psikanalizi bu sorunlardan ziyade daha çok “benlik psikolojisi” yönünde geliştirmeye yönelmiştir.
Lacan’ın başlangıç noktası, öncelikle bu teorik statüyü ve epistemolojik temelleri yeniden değerlendirmektir. Freud, çalışmalarında bu kuramsal sorunları ele almaya çalışmış ve özellikle erken dönem çalışmalarında yöntemsel arayışları gözlemlenmiştir. Ancak, döneminin bilim anlayışı ve pozitivizm-ampirizm gibi felsefi görüşler nedeniyle tamamen bu çerçeveden çıkamamıştır. Yine de, Freud’un psikanalizi bir bilim olarak temellendirme çabaları önemli adımlar olarak değerlendirilmelidir. Lacan, bu adımları takip eden ve savunan biri olarak öne çıkar. Kendini bir Freud savunucusu olarak tanımlayan Lacan, Freud sonrası kuramsal adımlardan vazgeçen veya onları reddeden psikiyatri eğilimlerine karşı çıkar. “Benlik psikolojisi” Lacan için kabul edilemez bir yaklaşımdır.
Lacan, id-ego-süperego kuramından uzaktır ve daha çok bilinçdışının yapısı, oluşumu, yeri ve işleyişi ile ilgilenir. Ona göre, psikanaliz bir bilim olacaksa, öncelikle epistemolojik olarak kendi ayrımını belirlemeli, yani nesnesini tanımlayabilmelidir. Lacan, pozitivizm-ampirizm sonrası gelişen bilim anlayışını temel alarak Freud’u yeniden okur. Psikanalizin nesnesi, Freud’un da işaret ettiği gibi, bilinçdışıdır. Lacan’a göre, bu bilinçdışı özgün bir teorik nesnedir ve bu nedenle psikanaliz, diğer bilimlerden ayrılarak teorik bir nesne olarak bilinçdışını ele almalıdır. Althusser’in Lacan üzerine erken yazılarında belirttiği gibi, Lacan’ın Freud’a dönüş hareketi, psikanalizi doğum zamanının sınırlarından ve sorunlarından çıkararak yeniden değerlendirmeye yöneliktir.
Bu bağlamda, psikanalizin biyoloji ya da sosyoloji temelli yöntemlerle incelenip açıklanamayacağı anlaşılmaktadır. Psikanaliz, kuramsal bir zorunluluk olarak ortaya çıkar ve bu noktadan itibaren teorik olarak temellendirilmelidir. Lacan, Freud’un kuramsal çalışmalarına yönelik ısrarı ve klasik psikiyatri geleneğini reddetmesiyle dikkat çeker. Yapısalcılık ve yapısalcı dilbilim üzerinden psikanalizi değerlendirir ve bu yönelimin ilk ortaya çıktığı nokta, psikanalizin bir bilim olarak nasıl anlaşılması gerektiğidir. Lacan’ın Freud’u yeniden okuması, geleneksel psikiyatriye göre çoğu zaman bir anti-psikiyatri olarak görülür.
Bilinçdışı ve Dil
Lacan, “bilinçdışı dil gibi yapılanmıştır” der ve bu formülasyon, onun kuramsal çalışmasının ve psikanalizi yeniden yapılandırma girişiminin özlü bir ifadesidir. Yapısalcı dilbilime göre dil, anlamları kendi ayrımlarıyla belirleyen ve anlam oluşturan bir yapı veya sistemdir. Lacan, bu dili psikanalize uyguladığında bilinçdışının da dil gibi kendine özgü bir yapı olduğunu ve dış dünyayla özsel bir bağlantısı olmadığını belirtir. Bilinçdışının anlam ayrımları, kendi iç ögeleri ile belirlenir ve bir göstergeler dizgesi oluşturur. Althusser’in belirttiği gibi, Lacan dilsel gösterge ile psikanalizin ‘simgesi’ni aynı şeyler olarak düşünmektedir. Dil, toplumsallığı, kültürü ve bunları ifade eden yasa ve yasakları taşır. Dil aracılığıyla kültürel düzene dahil olan insan, bu düzen tarafından biçimlendirilir ve kültürel kodları içselleştirir.
Oidipus Karmaşası ve “Babanın Adı”
Lacan’ın Freud’dan ısrarla aldığı ve kendi kuramında merkezi bir yere koyduğu kavramlardan biri de Oidipus karmaşasıdır. Lacan’cı psikanaliz teorisinde “Oidipus yasası” olarak belirir ve kültüre girişin zorunlu bir süreci olarak görülür. Bu süreç, simgesel yapının devreye girmesiyle gerçekleşir ve bireyin kültürel düzen içinde kendine yer edinmesini sağlar. Oidipus yasası, simgesel bir yasa olarak bireyin doğal ilişkisinin yasaklanmasını ve bu yasakla doğan arzunun yeni imgesel biçimlerle ikame edilmesini ifade eder. İnsan yavrusu, simgesel düzene girerek toplumsal biçimleri edinir ve birey-özne olur.
İmgesel, Simgesel, Gerçeklik
Lacan’ın teorik psikanalizinde “imgesel”, “simgesel” ve “gerçeklik” ana kavramlardır. İnsan yavrusunun kültürel bir özne olmaya giden yolunu açıklarken bu kavramları kullanır. Ego ve yaşam dünyası başlangıçta imgesel alana aittir ve daha doğal olandan kopulmamış bir evredir. Daha sonra “babanın adı”nın devreye girmesiyle imgesel olan bastırılır ve simgesel yapı devreye girer. Simgesel, kültürel düzenin simge sistemini ifade eder. Bilinçdışı, bu sürecin sonucunda oluşur ve gerçeklik, simgesel bastırmanın ötesinde kalır. Gerçeklik, bilinçdışı arzunun ötesinde kalan bir eksiklik noktasıdır ve bu nedenle arzunun doyurulması mümkün değildir.
Lacan’ın anlayışında içgüdüler, doğuştan gelen biyolojik ihtiyaçlardır. Bu içgüdüler, anne tarafından doyurulur ancak belli bir noktada simgesel yasa ile müdahale edilir ve doğal içgüdülere cinsel kimlik anlamı verilir. Simgesel sistemin devreye girmesi, “babanın yasası”nın ortaya çıkmasıdır ve bu, cinsel yasakla birlikte biyolojik içgüdülerin bilinçdışı arzular olarak yerleşmesine yol açar. Bu süreç, insan yavrusunu biyolojik bir canlı olmaktan kültürel bir özne olmaya dönüştüren insanlaştırıcı kastrasyondur.
Lacan’ın psikanalizi, dil, bilinçdışı ve kültürel düzenin dinamiklerini açıklamak için özgün ve kapsamlı bir çerçeve sunar. Bu çerçeve, bireyin toplumsal ve psikolojik gelişimini anlamak için önemli bir araçtır.